29 Ocak 2013 Salı

JİLET SİNAN'IN ARAPÇA ÇEVİRİSİNE ÖNSÖZ


Düzenin ötekileridir onlar. Varolan ikiyüzlü ahlak sisteminin silkeleyip attıkları. Ama edebiyat tutar ellerinden. Edebiyatın asli görevidir bu, unutulanların, tutunamayanların, çingenelerin, yezidilerin, kara saçları ve kara hikâyeleri toprağın altına gömülen kadınların, tüm ötekilerin barınacağı, rengarenk muhteşem bir konak inşa etmek kelimelerden. 
Bir hakikat arayışı ve görünmeyeni görünür kılma arzusu bugüne kadar yazdığım tüm kitapların belkemiğini oluşturur diyebilirim. Kadınlar, kasabadaki yalanlar, bozkırdaki suçlular... Bundan yaklaşık on beş yıl önce Jilet Sinan'ı yazmaya başladığımda onlar tinerden bir bulutun içinde yaşıyorlardı. Görünmezlerdi. Şehrin karanlık yüzüydü sokakta yaşayanlar ve kimse göçün, sosyal sistemdeki zaafların yol açtığı o sevimsiz gerçeği görmek istemiyordu. Gece sığındıkları bankamatik kulübelerinde, aç gözlerle bir döner büfesinin önünde, arabalarla her gün geçtiğimiz kavşaklarda, otobüs yakalamak için koşturduğumuz bir merdivenin az ötesinde, ıslak döşeklerin üzerinde her yerdeydi onlar. Ama yoktular.
Edebiyat var eder. Evet, edebiyat görünmeyeni kelimelerle görünür kılmaktır. Çünkü bir kez anlatıldı mı, elimizi değdirdiğimiz konu geçmişin çöplüğünde unutulmaktan kurtulur. Ben elimi, o zamanlar gazeteci olarak yakıcı bir gerçekliğe değdirmiştim. Toplumun ikiyüzlülüğünün kıyıda bıraktığı, konuşmadığı, konuşmak istemediği bir gerçeğe. 
Karanlık geceler anlatır Jilet Sinan'ı ve arkadaşlarını. Gecenin herkes uyurken açılan gözleri vardır. Aynı zamanda bu ilk romanımın kahramanları da dilleri döndüğünce geceyi anlatırlar.  Sokağın diliyle tarif ederler yaşadıkları yırtıcı geceleri. Sokağın argosuyla. Bu argoya hakim olmak, onun içinden konuşmak romanı yazarken beni en çok zorlayan konulardan biriydi. Cav yapmak, sinyallik ceket,  paparon... Kalemimi dil düzeyinde de başka bir hakikatin mürekkebine batırarak yazdım aylarca. Henüz bir anne değildim, akşamları deri ceketimle viyadüklere tırmanabiliyor, orada otoyolun altında yatan gençleri ziyaret ediyor ve üstteki hayatla alttaki hayat arasındaki uçurumu birisinin yazması gerektiğine her geçen gün daha çok inanıyordum. İşte edebiyat bu derin uçurumlar arasında kelimelerle bir köprü örebildiği için kıymetlidir. 
Kurgu her roman, her hikâye belli imgeler, fotoğraflar etrafında oluşturur anlatısını. Bozkırlı bir kadının ailesinin hikâyesini arayışını anlattığım son kitabımda, örneğin, bozkırdan pek çok manzara vardır. Bozkırın ortasında sıkıcı bir kasabada doğmuş olmanın getirdiği zenginlik bir yazar olarak hayli besledi beni bu kulağa çelişkili gelse de.  Anadolu'yu, Anadolu insanını, yoksullluğu İstanbul'a göç etmeden tanımıştım. Her ne kadar adımlarını sevimsiz bir muhafazarlıkla atsalar da, Anadolu insanı arasında yoksulluğun getirdiği bir dayanışma, paylaşma, son lokmayı bölüşme, omuz omuza verme hali hakimdir.  Jilet Sinan öte yandan bir şehir hikâyesidir. İstanbul'un hikâyesi. Ama romanda anlatılan marjinal dünyanın anti-kahramanları küçük bir piknik tüpünün etrafında kendi küçük Anadolularını yaratmışlardır. Aynı tencereye, o tencerenin içindeki aynı yoksul Anadolu çorbasına kaşık sallarlar. Soğuk bir betona yaydıkları kartonları, bir refleks gibi içten gelerek öyle vicdan, sorumluluk adına değil, başka türlüsü mümkün olmadığı için, hayat onlara bunu öğrettiği için paylaşırlar. Şehrin acımasızlığı da paylaşılmalıdır elbette, herkese küçük bir lokma düşer ondan.
Şimdi bu karanlık ve iç üşüten, Jilet'in Gül'e duyduğu aşkla bir nebze olsun ısınan geceler Arap okurlara da ulaşacak. Arapça, Farsça bizim önceki hayatımız gibidir. Bir zamanlar yaşayıp unuttuğumuz, dilde kalmış bazı kelimelerle, bazı köklerle dönüp kendini hatırlatan. Romanımın bu eski, bu kadim dilde yayımlanacak olması bir gurur ve hatırlama vesilesidir. Elbette önceki hayatımıza dair de yazılacak, görünür kılınması gereken çok şey vardır.