27 Eylül 2011 Salı

İstanbul'un Rüyası

Güvercinler,  hırdavatçıların arkasında bir yerde unutulmuş Kurşunlu Han’ın üstünü gri beyaz kanatlarıyla boydan boya kaplıyorlar. İstanbul’a ait romanlardan, fotoğraflardan eksik olmayan güvercinler öyle çoklar ki gökyüzü görünmüyor. Boyacı Niko’nun güvercinleri onlar. Niko dönünce kuşlar da aynı sadakatle uçmuş gelmiş gerisin geriye. Geçmiş kendini tekrar ediyor. İstanbul kaybettiklerine kavuşuyor, Kurşunlu Han kaybettiklerine kavuşuyor, Eyüp Bey hanın üzerinde kanat çırpan güvercinleri seyrettikçe bütünleniyor, uyanmak istemiyor. Kahvaltıya çağıran eşine kızıyor, “Bırak biraz daha uyuyayım” diye söyleniyor ve yatakta arkasını dönüp rüyaya devam ediyor.
Neresinden bakarsanız bakın nefis bir rüya bu. 
Eyüp Düztaş on dört yaşında, sivilceli bir gençken giriyor şehrin kapısından içeriye. Bin dokuz yüz altmış dokuzdan bu yana İstanbul’da yaşıyor. Köken olarak Karadeniz’den, Giresun’un Çamoluk köyünden geliyor, denizli bir şehirden yani. Torna işini öğrensin diye Ermeni usta Vahram’ın yanına vermişler onu. Çok kahrını çekmiş bu şehrin, çok cefasını sürmüş, yollarını, yokuşlarını, arnavut kaldırımlı sokaklarını çok görmüş rüyasında. Ama böylesi hiç başına gelmemiş. O gece rüyasında boyacı Niko, yaycı Peppo, kazancı Dimitro, plastikçi İshak Anah, zilci Nalbantyan, muslukçu Ara Muradyan,  muslukçu Aram, şarap kazanları yapan Artin Güver, demirci Anastas tıpkı eski günlerdeki gibi tekrar biraraya gelmiş. Kurşunlu Han’ın neşeli, bereketli, altın zamanları. Ve tıpkı eski günlerdeki gibi güvercin sesinden geçilmiyor.
Sabah güneşi dikdörtgen planlı Kurşunlu Han’ı arka kapıya yakın dükkânların birinden yakalıyor. Biraz daha yer kazanmak için yıllar önce kaldırılmış bu kapıyı bilmeyenlerin hemen fark etmesi imkansız. Önüne yığılı hırdavatlar bunu engelliyor. Cılız sabah güneşi biraz sonra ikinci katın kırmızı yassı tuğlalı tarihi duvarlarını yalayıp, ön tarafa dönecek. Ben de arkasından. Adım adım güz güneşinin arkasından gidiyorum.

Öğlen olduğunda aylardan Ekim de olsa güneş ışıkları değdiği yeri ısıtıyor. Birkaç dakikalığına yüzümü güneşe dönüp hanın eski halini gözlerimin önüne getirmeye çalışıyorum. Kayseri doğumlu saray mimarı Mimar Sinan imzalı hana, atlı arabaların girip çıktığı zamanları sözgelimi. Diğer hanlarda olduğu gibi alt kat hayvanlar içinmiş burada da. Zaten Kurşunlu Han’ın bir diğer adı Rüstem Paşa Kervansarayı. Daha eskiye dönersek 16. yüzyılda saray veziri Rüstem Paşa tarafından yaptırılan handa kervanlar konaklıyor, Galata Köprüsü tarafındaki kemerli kapıdan develer giriyormuş içeriye ve Doğu’dan gelen mallar burada boşaltılıyormuş.
İstanbul’un fethinden sonra Mahmutpaşa, Eminönü ve Karaköy’de yapılan kervansaraylarda, imparatorluğun uzak topraklarından gelen mallar depolanıyor. Develerle uzun yollardan taşınan ipek, porselen, kağıt, baharat yine tüm dünyaya bu noktalardan dağılıyor.
Hanlar günümüzde şehirli insanın hayatının merkezinde yer almasa da araştırdıkça görüyorum ki, avlularında, odalarında tarih kokan ilginç karakterlerin gizlendiği bu yapıların yirminci yüzyılda başka bir işlevi olmuş. İşsizlik sebebiyle ellili yılların ortalarından itibaren Anadolu’dan göç edenlere sığınak görevi görmüş. Çankırı’dan, Erzincan’dan kalkıp gelen ve otelde kalacak parası olmayan yoksul halk, sırayla baba, amca oğul, yeğenler, boş han odalarında gecelemişler, sonra da ekmek teknesi olmuş konaklanan hanlar.
Güneş Eyüp Bey’in hikâyesine girmekte ısrarlı. Cömert güneş ışıkları Perşembe Pazarı’ndaki hanın, ortada bir yerde,  merdivenle bölünmüş geniş avlusunu süsleyen asmanın yapraklarına dokunuyor,  yavaş yavaş kırmızıya çeviriyor yaprakları.  Cenevizlilerden kalma bir kilisesinin üstüne yapılan handa üç padişah döneminde mimarbaşılık etmiş Koca Sinan da konaklamış mıydı acaba? Kurşunlu Han’ın mimarlık hikâyesi İstanbul gibi; dümdüz gitmiyor, bir yerlerinde eğrilik var baktığımızda. İçeri girenlerin ilk bakışta algılaması zor ama birinci kattaki köşeli sütunlar Osmanlı mimarisinin izlerini taşımıyor. Çünkü, İstanbul’un siluetini belirleyen pek çok anıtsal yapının arkasındaki isim olan Mimar Sinan, Cenevizlilerden kalma St. Michele kilisesinin üzerine inşa etmiş hanın ikinci katını.
Kurşunlu Han adı aslında hanın çatısındaki kurşun kaplamalardan geliyor. Ancak gelin görün ki bugün o kurşunların yerinde yeller esiyor. Çalına çalına bitmiş. İstanbul’un eski semtlerinde gezmeye başlayınca öyle çok çıkıyor ki karşımıza bu cümle. Balat’ta örneğin bir kilisenin alınlığındaki vaftizci Yahya’nın elinin, bir çeşmenin musluğunun, başka bir çeşmenin kitabesinin, çatılardaki kurşunların, türbelerdeki kıymetli detayların, hanlardaki tavan resimlerinin yerlerinde yeller esiyor. Korunamamış, nem ya da zaman ya da birileri çalana kadar kendi haline bırakılmış.
Hikâyemizin kahramanı Eyüp Düztaş bu saatlerde çoktan hana gelmiş, ikinci kattaki torna tezgahının başına geçmiş olurdu. Ama uyku bu, bırakmıyor senelerin tornacısını. Yatakta döner dönmez, sivri kemerli bir revak kubbe ile örtülü ikinci katta buluyor kendini. Kazanların, güvercinlerin tam ortasında. Eski günlerde olduğu gibi Rum kökenli Niko akşamları ekmek topluyor, sabahları biriktirdiği ekmeklerle güvercinleri besliyor. Kurşunlu Han kazanları, yaycıları, ama en çok da güvercinleri ile anılıyor.

Kurşunlu Han’da bir mucize gerçekleşiyor Eyüp Düztaş’ın rüyasında.  İstanbul mucizesi denebilir mi buna? Farklı bir şey tecrübe ediyor Eyüp Bey, nasıl oluyorsa oluyor, birden zamanda kırk yıl öncesine dönüyor. Gözlerini ovuşturuyor yatağında, inanamıyor çünkü gördüklerine.  Han komşusu zilci Nalbantyan  ölmemiş yaşıyor ve harıl harıl siparişlere yetişmeye çalışıyor. Sonra birden şimdiki zaman oluyor rüyada. Eyüp Düztaş, oğluna şunu söylerken buluyor kendini: “Bak bu duvarlardaki demirler Niko’nun güvercinleri, bidonlar gitti ama demirler kaldı geriye. Kimse bilmez, gelir görürler ama anlamazlar nedendir. Sen unutma bari.”
Güvercinler haberi çabuk alıyor, kanat sesleri birken iki ikiyken beşe, beşken ona katlanıyor. Of offf… Hiç uyanası gelmiyor insanın, diye iç geçiriyor Karaköy’ün eskilerinden Eyüp Düztaş. Derinleştikçe derinleşiyor uykusu. Lodos esiyor o gün İstanbul’da, lodosta tüm Karaköy balık kokuyor. Hanın horasan işi duvarlarına yaslanıp bu kokuyu içine çekiyor Niko, “Hadi bugün gene bendensiniz” diyor sonra da. Hanın elli kişilik esnaf nüfusu bunun ne anlama geldiğini biliyor. Öğlen vakti balıkçıdan lüferi kapıp gelecek Niko, kömürü mangala atıp hamarat elleriyle tutuşturuacak, ardından acıkan ekmeğini alıp onun önünde kuyruğa girecek. “Köftehorlar, beleşe bayılıyorsunuz di mi” deyip kahkahayı basacak Niko. Şen günler o günler.

Dan dan dan!
Gürültülü mü gürültülü bir rüya Düztaş’ı yatağından çıkartmayan. Kazancılar Kurşunlu Han’ın alt katında buhar kazanları yapıyor.  Hanın dört yüz elli yıllık tarihini düşündüğümüzde, çok değil aslında, topu topu otuz kırk yıl öncesinden söz ediyoruz. Ama bugün eser yok onlardan.  Büyük kazanlar bunlar. İki metre çapında, üç metre çapında. Öyle ki geçecek yer kalmamış avluda. Kazancı Dimitro balyozu almış eline, indiriyor da indiriyor. Yanında başka bir kazancı, onun yanında bir tane daha. Üst katta ayrı bir yaşam telaşı, alt katta ayrı. Zaten Kurşunlu Han Perşembe Pazarı’nın kendi gibi çok hareketli o günlerde. Bütün Türkiye buraya akıyor. Müşteri yay almak için, zil almak için kapıda kuyrukta. Türkiye’nin en büyük yaycısı Peppo, ta Yüksek Kaldırım’dan yanına yay almaya gönderilen Varujan Savuk’un cebine harçlığını koyup da öyle yolluyor. 
Yıllar geçmiş, Varujan Savuk şimdi Kurşunlu Han’ın yeni esnafından. Can diyorlar ona. O da var Eyüp Düztaş’ın rüyasında. Bir an Niko’nun balık pişirdiği mangalın başında Can bitiyor.  Niko bırakmış kartonu, Varujan sallıyor onun yerine. Hanın koridorları silme duman, göz gözü görmüyor. “Niko nereye gitti?” diye soruyor gerilerden birisi. Göbekli, yüzü belli belirsiz bir adam bu, Eyüp Bey çıkaramıyor kim olduğunu. “Yunanistan’a gitti Niko çoktan, çocukları oradaydı işte” diyor arkadan bir ses.

Sesi duyunca anlıyor Eyüp Bey, bir rüyadır her şey. Tıpkı hayat gibi bir kandırmaca.
Yine de bu kandırmaca devam etsin istiyor, uyanmasın. Bir günlüğüne bir saatliğine de olsa geçmiş tekrar etsin kendini, handaki komşusu Nalbantyan olsun yine, merhaba desin ona, gülümsesin,  o eski neşe geri gelsin.

Dimitro da çekmiş gitmiş suyun öteki yanına günün birinde. Gitmiş ama “Beni vatanıma gömün öldüğümde” demeyi de ihmal etmemiş. Ölüsünü Türkiye’ye getirip gömdüklerini gazetede okumuş Eyüp Düztaş. Günlük bir gazetede çıkan haberi okurken çekilen vatan hasredi, geçmişe, köklere bu bağlılık dokunmuş ona; hüzünlenmiş, koyvermiş gözyaşlarını. Rüyasına da girmiş aynı gazete, zamanlar karışmış birbirine ve hanın orta yerinde gazetenin sayfalarını koskocaman açmış, kendi ölümünü okur olmuş Dimitro. Ve hâlâ yataktayken, bir aralık eşinin demlediği çayın kokusunu alıp uyandığında göz pınarları ıslakmış  bu rüyayı gören tornacı ustasının. Parmak uçlarıyla dokunmuş onlara ve uyumuş gerisin geriye.
Handakiler telaşlansa da onun hiç uyanası yok rüyadan. Uyandı mı gerçek hayatın kendisi başlayacak çünkü. Ailesiyle Beylerbeyi’nde yaşayan Eyüp Bey her sabah olduğu üzere, Beylerbeyi’nden Üsküdar’a, oradan motorla Karaköy’e geçecek. Sonra Kurşunlu Han’ın loş avlusunda bulacak kendini. 
Loş ve gölgeli. İstanbul’un gölgeleri bunlar. Asma yapraklarından, çınar ağaçlarından, tarihi bir duvarın taşlarından düşen o gölgeler saklıyor şehrin sırrını. İstanbul’un sırrı Anadolu’nun, dünyanın dört bir yanından göç edip şehre gelen insanlarında gizli. 
Kuşaktan kuşağa aktarılan birikim, deneyim; basit gibi görünen bir yayın sarmallarından bize gülümseyen eski ustalar, döküm ustaları, yüz yıllık İngiliz makinalarında kumaş dokuyan dokumacılar, yay ustaları, Van’dan gelen Mahmutpaşa’daki hanlara yerleşen gümüş ustaları, onların çırakları, açılan kapanan han kapıları. Son ustalar, son çıraklar, emekliye ayrılmış odabaşları. 
Eyüp Bey yanında oğlu ve yeğeni dahil altı kişi çalıştırıyor. “Her bir kişi beş kişiye baksa otuz kişi eder. Bir de mal aldığımız insanlar var. Nereden baksan yüz kişinin karnını doyuruyor bu küçük atölye,” diyor.

Rüya bizim için devam ediyor bu defa. Aynen eski günlerde olduğu gibi mangal dumanı yükseliyor hanın siyahileşmiş kemerlerine doğru. Ağzının tadını biliyor handakiler. İki uçta da mangallara kömür atılıyor, ateş kıvamına gelince hamsiler mangalda cızırdamaya başlıyor. “Karaköy bizim ilk göz ağrımız.“ Varujan Savuk hamsiyi kılçığından sıyırıp yerken böyle diyor. Roka, taze francala, üstüne helva…. Eyüp Bey ve  otuz bir yaşındaki oğlu Adil de davetli bu sofraya. Aynı atölyede çalışan Eyüp Bey’in yeğeni Adil de. Hatta Niko, Aram, İshak da. İki üç kuşak aynı sofrada buluşuyor.

Tarihi bir hanın kalın duvarları tarafından kuşatılmışken zaman algısı değişiyor insanın. Farklı bir çağa tanıklık etmiş bu hanın avlusunda, sir zaman tüneline girmiş gibi hissediyor kendini. Eyüp Düztaş o tünelde durmuş geçmiş zamanı ve o zamanın ustalarını anlatıyor.

“Vahram Bey İstanbul beyefendisiydi, adam gibi adamdı. Bize sigorta yaptı, işinin her türlü inceliğini öğretti açık kalplilikle.  Çok dürüst bir adamdı, çek yoktu senet yoktu o zamanlar, söz senetti. İşi kaliteli yapmamızı, düzgün yapmamızı öğütlerdi. Havagazı malzemeleri yapardık. Onlar üzerinde titizlikle dururdu. Belirli bir süre sonra dükkânı bana devretti, işin mesuliyetini verdi. Sonra da patron ben oldum.”

Yıllar içinde neler gelmiş başına neler. Kurşunlu Han bu, gireni çıkanı bol. Altın aramak için alet yapmasını isteyenlerden, silahının namlusuna parça isteyenlere, kimler açmamış ki hanın ikinci katındaki dükkânın kapısını. Hele bir anısı var Eyüp Bey’in, dinlemesi ayrı zevkli. Günlerden bir gün, Sütlüce’den kaçan bir boğa soluğu Kurşunlu Han’da almış. “Bundan on beş belki, yirmi yıl önce,” diyor. Mezbaha görevlileri de boğanın arkasından koşturuyorlarmış. Alt kat arenaya dönmüş o gün. Ustalar ayrı yere kaçıyormuş, çıraklar ayrı yere. “Saatlerce güreşildikten sonra boğa, mezhabahaan gelenler tarafından bir köşeye sıkıştırıldı ve oracıkta kesiliverdi.”
Kurşunlu Han’a girenleri büyüleyen asırlık asmanın huzur dolu gölgesinde oturmuş geçmişi anlatan Eyüp Düztaş’ı dinliyorum.  Bunu itiraf etmek hüzün verici olsa da, artık bir dönemin sonuna gelinmiş olunabilir mi? Haliç civarındaki eski hanlarda turlarken birden kafamda beliren soruyla kalıveriyorum. Yıllardır Anadolulunun ekmek teknesi olmuş hanlar, eskiyen, yer yer akan akan, hatta çöken kurşunsuz çatıları, isli duvarları ile kaç yıl daha devam edebilecekler? Buralar onarım gördügünde hanlardaki küçük esnaf nereye yerleştirilecek? Zaten pek çok zanaat dalının ölmekte olduğunu, döküm, dokuma, yay, gümüş işini öğrenecem çırakların azaldığını göz önüne alırsak hanların kapısı İstanbullu küçük esnafa, tornacı Eyüp’e ve geçmişten kalan anılara bir gün tamamen kapanacak mı? 

www.gonulkivilcim.com