4 Kasım 2011 Cuma

Hayal ve Hakikat


Acaba kadın hayal erkek ise hakikat midir? 
Evren yaratılırken ikiye bölünmüş ve yarısı hayal yarısı hakikat olarak mı düşlenmiştir? Eğer öyleyse kadının gerçek olabilmesi için erkeğe, erkeğin de hayal kurabilmesi için kadına mı ihtiyacı vardır?
İyi de, kadının her gün bir hayal olarak yatağa girip sabahları gözünü açtığında katıldığı dünya zaten erkekler tarafından yaratılmış bir gerçeklik değil midir? Kadın dünyası, erkek dünyası; hayal ve gerçek bir ömür boyunca birbirini arayan. Gece ve gündüz gibi.
Tersini de savlamak mümkün. Kadın hakikattir ve erkek hayaldir. Kadın toprak gibidir çünkü, doğurgandır, can verendir; erkek ise av hayalleri peşinde koşan, kadın mevcut olmadığı sürece bir potansiyel olarak kalmaya, hayal olmaya mahkum olandır.
İstanbul Modern'deki Hayal ve Hakikat sergisinde, beni en derinden etkileyen ayrıntı sergiye adını veren romanın hikayesi oldu: 1891 yılında Türkiye'nin ilk kadın romancısı Fatma Aliye ile Ahmet Mithat birlikte bir roman yazarlar. Romanın, Hayal adlı bölümünü Fatma Aliye kaleme alır, hakikate gönderme yapan diğer bölümü ise Ahmet Mithat yazar.  Romanın kapağında Fatma Aliye'hih adı sadece "Bir Kadın" mahlasıyla yer alır. 
Fatma Aliye bir gölgedir; uydurma bir mahlasın arkasına saklanır. Hayaldir yani. Ta ki 1892 yılında yazdığı Muhadarat adılı romanını kendi adıyla yayımlayana kadar. Peki diğer kadınlar, erkeklerin arkasında kaybolan onların eli ayağı kulağı daktilosu sekreteri sevgilisi olan. Ya bizler? Gerçekten hayal ettiğimiz hayatlara sahip miyiz? Yoksa erkeklerin döktüğü kalıpların, onların sunduğu gerçekliğin içine mi sığdırıyoruz kendimizi?
Bir kere daha soralım o zaman? Hayal ve hakikat, hangisi erkek hangisi dişi?

22 Ekim 2011 Cumartesi

ÖLÜME İNAT II: MASAMDAKİ KURTLAR


Kurtların delik deşik ettiği eski bir masaya benziyor memleket şu günlerde. Yuvalanmışlar masanın kenarlarına, köşelerine ondan yaşıyorlar. Üstüne dirseklerimizi dayayıp sohbet edeceğimiz, evdeki nimetleri koyup karnımızı doyuracağımız evin demirbaşının kemire kemire bitmeyen ağacından. Bir gün sonu gelir elbette, ama bu ülke de kemirile kemirile bir gün tükenir mi? 
Ya kurtların harap ettiği öteki şeyler? Sinirlerimiz, kapanmayan bütçeler, kan; hiç durmadan akan kan. Zor günler, duruşumuzun, ilkelerimizin, değerlerimizin, inançlarımızın sınandığı günler. Kim neye ne kadar inanıyor, kim gelecekten yana, kim ölümden, kim hesaplarını neye göre yapıyor.
Aşiti, barış demekmiş Kürtçe. Hafızamı zorluyorum. Barışın koşulları ne zaman uzaklaşmaya başladı yaşadığım ülkeden? Birada yaşamayı mümkün kılacak uzlaşmanın önüne engelleri kim koydu? Uzlaşma hiç mevcut oldu mu? Yeni bir toplumsal sözleşme için kime ne kadar sorumluluk düşüyor? Masamdaki kurtlar hazır mı yeni yasalara, yeni paragraflara? 
Kitaplar yayılmış masanın orasına burasına. Türkiye'nin Kürt Sorunu, Dağdakiler, Kürt Öykü Antolojisi, Dar Geçitteki Aydın, İnsan ve Sembolleri. Dar geçitten çıkıp ne zaman "büylük insanlık"la birlikte düşünmeye başlayacağız? 
Eski sorunlar, ihmal edilmiş meseleler çürütüyor masayı 
Her ölümle biraz daha yalnızız, biraz daha eli kolu bağlı. Bir çıkış bulmalı. Ama çıkış nerede? 
Tek başıma değil, sokaklarla, meydanlarla kulelerle, camilerle baş başa verip düşünebilmek için dışarı atıyorum kendimi. Malum, sokakların da hafızası varmış, bir ipucu verirler belki.

21 Ekim 2011 Cuma

ÖLÜME İNAT


Son günlerde etrafımda kol gezen ölüme inat yaşam kırıntıları bulmak için sokaklardayım. Birinci durak, Cihangir Roma Parkı. Parkta küçük insan grupları. Henüz yürüyemeyen oğlunu pusetiyle güneşe çıkarmış bir baba, sıcak öğle güneşinde aşklarını dinlendiren gençten çiftler ve çocukları okuldan dönmeden birer bardak koyu çayla muhabbete iyice sardırmış iki anne. Çorapları fora etmiş onlardan bir tanesi, ayak parmakları bordo ojeli, dikkatlice bakınca bana benziyor galiba. Ve kadınların karşılarında manzara. Kurşun kalemlere benzeyen sipsivri minareleriyle İstanbul. 


-Olan bitenler çok hüzünlü. Barışı değil ölümü konuşmak zor olmalı öyle değil mi, diyor kadınlardan üst üste sigara yakıp, çayını sigarayla şenlendireni.
-Ölüm her an bize de denk gelebliir. Korkudan bugün gittim, çocuğu okuldan aldım,  Taksim'e yürüyerek gelmesini istemiyorum, ne olur ne olmaz. Yani ben de korkuyorum, ama buna rağmen ölümü kutsallaştıramayız, buna hakkımız yok, diyor öteki.


Kadınların yüzleri İstanbul'a dönük. İstanbul'un yüzü endişeye, paniğe, mateme.
Yaşamı düşünmek, yaşamı istemek, balkonlarımızda açan çiçeklere sevinmek çok mu görülecek artık bize?  
Ülkemi anlatmaktan, onu anlatacak kapıyı açmaktan korkuyorum. Kötü kokan şeyler, onları yazmak kolay değildir. Yine de... Bu korkuyu yenebilmeli, bir yerlerden başlayabilmeliyim. 

2 Ekim 2011 Pazar

BÜYÜK TIKINMA




Küçük bir kızken, kavruk bir Anadolu kasabası olan Kırıkkale’den bizimkilerle yola çıkıp İstanbul’a büyükleri ziyarete geldiğimizde çekirdek ailemizin yolu adalara da düşermiş. Ada dönüşünde annemin kucağında uyuyan ben, vapur Eminönü iskelesine yaklaşırken gözlerimi açar “Anne mis gibi balık kokuyor” der ve tekrar uyurmuşum. 
Biraz balık ekmek, biraz nostalji, bolca lezzet. 
Sonraları, İstanbul artık özlemle kapısını çaldığımız ulaşılmaz bir şehir değil, ilkin Anadolu yakasında sonra öteki yakada soluk aldığım şehir, benim şehrim olduğunda da kokularıyla hatırlattı hep kendini. Mısır Çarşısı denince, sözgelimi, çarşının arka sokaklarından hiç yok olmayan baskın kahve kokusunu, civardaki hanların depolarında saklanan baharatların, kırmızı biberin kimyonların, safranların, zencefillerin kokusunu hatırladım. Bu kokular tarihe uzanır bir yandan da, şehrin uzun geçmişini tazeler belleklerimizde;  çünkü aynı baharatlar yüzyıllar önce kervanlarla İstanbul’un kapılarından girmiş, usta mimarların elinden çıkma hanlara ulaşmıştır. Kapıları yorgun kervanlara açılan hanlar. İstanbul hanları.
Eminönü’nün keşmekeşinden çıkıp Taksim’in kalabalığına ulaştığımda,  önünden geçtiğim çiçekçilerin tezgahlarında salınan lilyumların, frezyaların kokusunu hatırlarım bu sefer. Beyoğlu denince barlardan gelen ekşimtrak bira kokusunu, Çiçek Pasajı denince yağda kızartılan midyenin pembemsiliğini, yağın çıtırtılarını ve ne kadar tok olursam olayım, ekmek arası midyeye kabaran iştahımı anarım. Sonra Boğaz denince yosun, iyot kokusunu.
İstanbul koca bir kazandır ve neler pişmez ki bu mega kazanda. Osmanlının eski başkentine göç edenler mutfaklarını, farklı ağız tadlarını beraberlerinde getirmişlerdir. Hatay’dan gelen kendi salçasını, nar ekşisini, künefesini, Afyon’dan gelen patatesli ekmeğini, Trabzon’dan gelen kavurmalı pidesini, Ege’den gelen otunu, salatasını, Ermeniler topiğini, mezesini, Kürtler kebabını, acısını koymuştur sofraya. Öyle bir şehirdir ki bu fazla konuşmaya, uzun uzun anlatmaya hacet yoktur, buram buram göç, çokkültürlülük kokar. 
Yoksulluk da kokar İstanbul. Hapisten yeni çıkmış, iş bulamayan bir İstanbullunun ailesini geçindirmek üzere naylon ve boş içecek kutusu toplamak için uydurduğu üstü açık arabanın yanından geçerken, örneğin, çöp kokar; Nişantaşı’nın solaryumda kararmış kadınlarının ağır parfümlerini bastıran halis malis çöp. Ve bu yoksul kazanda her bütçeye, her boğaza uygun aş kaynar sabah akşam.
Hatta İstanbul’da bu iş abartılır gibi gelir bana bazen. Tıkınma işi yani. Hiç durmadan yeni pide, lahmacun, döner salonları açılır şehrin plansız, kaldırımsız, duble kaldırımlı sokaklarında. İşsiz biri, bir evkadını, yemekten biraz anlayan bir aklıevvel cebine üç kuruş koyup geceyarısı istiareye yatmaya görsün, ertesi gün gözlerini açtığında çareyi bulmuştur. Tez elden bir lokanta açıla. Bazen İstanbul’un sokaklarında amaçsızca gezinirken, hele de yolum Pera’ya düşmüşse, bir inip bir kalkan çatalları, dumanı üstünde kebapları, Boğaz’da belki az önce tutulmuş istavritleri servis tabağına yatırmış masaya getiren garsonu gördüğümde, Marco Ferreri’nin o meşhur filmi gelir aklıma: La Grande Bouffe. “Büyük Tıkınma.” Kimbilir, İstanbul insanın iştahını açıyordur belki de.
Koca koca caddeler, semtler vardır şehirde sırf tıkınma işine ayrılmış. Fatih’te örneğin, henüz yolumun düşmediği ama gazetelerin bu işe ayrılmış sayfalarında bolca anılan kebap sokağı, Kadınlar Pazarı. Bir zamanlar şehrin en nezih semti olarak bilinen Fatih’te Güneydoğulu göçmenlerin açtığı lokantalar, içliköfteler, bademli perde pilavı, Arapça’da ‘perive’ olarak bilinen büryan kebabı.
Kebap ve et ağırlıklı Güneydoğu mutfağı fazla mı ağır geldi mideye, vakit geçirmeden atlayın bir taksiye, daha ‘modern’ bir yere Beyoğlu’na atın kapağı ve Karadeniz’in kendine özgü tadlarını deneyebileeğiniz Hayvore lokontasına kurulun. Hayvore, I’m here, Buradayım demekmiş. Burada karalahana çorbası, hamsili pilav, lahana sarma, hamsili ve hamsisiz her şey mevcut. Diyelim ki laz yemekleri de sarmadı, Beyoğlu’nun curcunası bunalttı, takip edin martı seslerini, vapur düdüklerini, Büyükada’ya gelin… İstanbul gerçek hayatsa, işse telaşeyse, gerginlikse, adalar aylaklıkdır, huzurdur,  püfür püfür esen rüzgarlardır, kısacası bir hayaldir. Ama yine de o hayale gitmek güzeldir. Sahildeki balık lokantaları sözgelimi; martılar tepenizde şarkı söylerken halka halka kalamarlar, suşi”yi andıran, soya sosuna yatmış uskumrular, çirozlar donatır masayı. İstanbul’dur ve her anı eşsizdir. 
Tıkınmak her an her saniye, her manzarayla mümkündür. Galata surlarının en yüksek noktası olan Galata Kulesi’ne yüzünüzü verip, cüzdanı rahatsız etmeden atıştırılabilecek nohut-pilav örneğin. Kuleyle merhabalaşıp merdivenlerden biraz aşağı yürürseniz, Eryılmaz Kardeşler’in bolkepçe porsiyonunu deneyebilir, kehribar rengi nohutları çatalınıza takarken sırt çantalı, fotoğraf makinalı, rastalı, elleri haritalı turistlerin akın akın önünüzden geçişini seyredebilirsiniz. Biraz sonra gözleri tarihe doyduğunda onlar da geçecektir karınlarını doyurmaya bir masanın başına.
İstanbul… Surlar, camiler, erguvanlar ve Boğaz’da şiir gibi gezinen vapurlar şehridir. “Her İstanbullu az çok şairdir, çünkü irade ve zekâsıyla yeni şekiller yaratmasa bile, büyüye çok benzeyen bir muhayyile oyunu içinde yaşar. Ve bu, tarihten gündelik hayata, aşktan sofraya kadar genişler”, diyor Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir”de.
Meyhaneler hayal gücünün sınırlarının zorlandığı mekânların başında gelir İstanbul’da. Şairler en güzel şiir dizelerinin tohumlarını burada atmış, yazarlar kalemdaşlarıyla en güzel muhabbetlerin seferine meyhanelerde çıkmıştır. Cumhuriyet, Hatay, BenuSen, Yakup… Efsane şehirde, efsane meyhaneler. Ancak İstanbul’un terkibi değişir yıllar içinde ve kaçınılmaz olarak meyhanelerin de. Hızlanan hayat servisi hızlandırmış, masa sayısını artırmış, ortam daha kâra endeksli, kalabalık ve ruhsuz bir hale gelmiştir. Modern hayat böyledir, içini boşaltır çoğu şeyin. Hatta rakı bile eskiden, yanında tepsiler dolusu meze olmadan düşünülemezken, sofra donatmadan içilmezken yıllar içinde şarap, bira gibi barda bir çanak kuruyemişle ayakta tüketilen sıradan bir içkiye dönüşmüştür. Ama yine de havasından mıdır suyundan mı,  İstanbul denince, Boğaz denince çağrışımlar zincirinin birinci halkası buzlu rakı ve buğulanmış bir bardaktır. 
Lüfere haksızlık etmeyelim bu arada. İstanbul’un en önemli balığıdır. Sırf İstanbul’a mahsus ve kimileri için dünyanın en lezzetli bu balığını, tarihi yarımadaya, bir zamanlar üç kıtayı yöneten Topkapı Sarayı’na bakarak oradaki mücadeleleri, entrikaları, yeraltında var olduğu söylenen tünelleri hayal ederek yediğinizde dünyanın en bahtiyar insanlarından birisinizdir artık.
Velhasıl zor şehirdir, yorar insanı İstanbul. Ama bu yorgunluğun karşılığı her zaman emsalsizdir.

27 Eylül 2011 Salı

İstanbul'un Rüyası

Güvercinler,  hırdavatçıların arkasında bir yerde unutulmuş Kurşunlu Han’ın üstünü gri beyaz kanatlarıyla boydan boya kaplıyorlar. İstanbul’a ait romanlardan, fotoğraflardan eksik olmayan güvercinler öyle çoklar ki gökyüzü görünmüyor. Boyacı Niko’nun güvercinleri onlar. Niko dönünce kuşlar da aynı sadakatle uçmuş gelmiş gerisin geriye. Geçmiş kendini tekrar ediyor. İstanbul kaybettiklerine kavuşuyor, Kurşunlu Han kaybettiklerine kavuşuyor, Eyüp Bey hanın üzerinde kanat çırpan güvercinleri seyrettikçe bütünleniyor, uyanmak istemiyor. Kahvaltıya çağıran eşine kızıyor, “Bırak biraz daha uyuyayım” diye söyleniyor ve yatakta arkasını dönüp rüyaya devam ediyor.
Neresinden bakarsanız bakın nefis bir rüya bu. 
Eyüp Düztaş on dört yaşında, sivilceli bir gençken giriyor şehrin kapısından içeriye. Bin dokuz yüz altmış dokuzdan bu yana İstanbul’da yaşıyor. Köken olarak Karadeniz’den, Giresun’un Çamoluk köyünden geliyor, denizli bir şehirden yani. Torna işini öğrensin diye Ermeni usta Vahram’ın yanına vermişler onu. Çok kahrını çekmiş bu şehrin, çok cefasını sürmüş, yollarını, yokuşlarını, arnavut kaldırımlı sokaklarını çok görmüş rüyasında. Ama böylesi hiç başına gelmemiş. O gece rüyasında boyacı Niko, yaycı Peppo, kazancı Dimitro, plastikçi İshak Anah, zilci Nalbantyan, muslukçu Ara Muradyan,  muslukçu Aram, şarap kazanları yapan Artin Güver, demirci Anastas tıpkı eski günlerdeki gibi tekrar biraraya gelmiş. Kurşunlu Han’ın neşeli, bereketli, altın zamanları. Ve tıpkı eski günlerdeki gibi güvercin sesinden geçilmiyor.
Sabah güneşi dikdörtgen planlı Kurşunlu Han’ı arka kapıya yakın dükkânların birinden yakalıyor. Biraz daha yer kazanmak için yıllar önce kaldırılmış bu kapıyı bilmeyenlerin hemen fark etmesi imkansız. Önüne yığılı hırdavatlar bunu engelliyor. Cılız sabah güneşi biraz sonra ikinci katın kırmızı yassı tuğlalı tarihi duvarlarını yalayıp, ön tarafa dönecek. Ben de arkasından. Adım adım güz güneşinin arkasından gidiyorum.

Öğlen olduğunda aylardan Ekim de olsa güneş ışıkları değdiği yeri ısıtıyor. Birkaç dakikalığına yüzümü güneşe dönüp hanın eski halini gözlerimin önüne getirmeye çalışıyorum. Kayseri doğumlu saray mimarı Mimar Sinan imzalı hana, atlı arabaların girip çıktığı zamanları sözgelimi. Diğer hanlarda olduğu gibi alt kat hayvanlar içinmiş burada da. Zaten Kurşunlu Han’ın bir diğer adı Rüstem Paşa Kervansarayı. Daha eskiye dönersek 16. yüzyılda saray veziri Rüstem Paşa tarafından yaptırılan handa kervanlar konaklıyor, Galata Köprüsü tarafındaki kemerli kapıdan develer giriyormuş içeriye ve Doğu’dan gelen mallar burada boşaltılıyormuş.
İstanbul’un fethinden sonra Mahmutpaşa, Eminönü ve Karaköy’de yapılan kervansaraylarda, imparatorluğun uzak topraklarından gelen mallar depolanıyor. Develerle uzun yollardan taşınan ipek, porselen, kağıt, baharat yine tüm dünyaya bu noktalardan dağılıyor.
Hanlar günümüzde şehirli insanın hayatının merkezinde yer almasa da araştırdıkça görüyorum ki, avlularında, odalarında tarih kokan ilginç karakterlerin gizlendiği bu yapıların yirminci yüzyılda başka bir işlevi olmuş. İşsizlik sebebiyle ellili yılların ortalarından itibaren Anadolu’dan göç edenlere sığınak görevi görmüş. Çankırı’dan, Erzincan’dan kalkıp gelen ve otelde kalacak parası olmayan yoksul halk, sırayla baba, amca oğul, yeğenler, boş han odalarında gecelemişler, sonra da ekmek teknesi olmuş konaklanan hanlar.
Güneş Eyüp Bey’in hikâyesine girmekte ısrarlı. Cömert güneş ışıkları Perşembe Pazarı’ndaki hanın, ortada bir yerde,  merdivenle bölünmüş geniş avlusunu süsleyen asmanın yapraklarına dokunuyor,  yavaş yavaş kırmızıya çeviriyor yaprakları.  Cenevizlilerden kalma bir kilisesinin üstüne yapılan handa üç padişah döneminde mimarbaşılık etmiş Koca Sinan da konaklamış mıydı acaba? Kurşunlu Han’ın mimarlık hikâyesi İstanbul gibi; dümdüz gitmiyor, bir yerlerinde eğrilik var baktığımızda. İçeri girenlerin ilk bakışta algılaması zor ama birinci kattaki köşeli sütunlar Osmanlı mimarisinin izlerini taşımıyor. Çünkü, İstanbul’un siluetini belirleyen pek çok anıtsal yapının arkasındaki isim olan Mimar Sinan, Cenevizlilerden kalma St. Michele kilisesinin üzerine inşa etmiş hanın ikinci katını.
Kurşunlu Han adı aslında hanın çatısındaki kurşun kaplamalardan geliyor. Ancak gelin görün ki bugün o kurşunların yerinde yeller esiyor. Çalına çalına bitmiş. İstanbul’un eski semtlerinde gezmeye başlayınca öyle çok çıkıyor ki karşımıza bu cümle. Balat’ta örneğin bir kilisenin alınlığındaki vaftizci Yahya’nın elinin, bir çeşmenin musluğunun, başka bir çeşmenin kitabesinin, çatılardaki kurşunların, türbelerdeki kıymetli detayların, hanlardaki tavan resimlerinin yerlerinde yeller esiyor. Korunamamış, nem ya da zaman ya da birileri çalana kadar kendi haline bırakılmış.
Hikâyemizin kahramanı Eyüp Düztaş bu saatlerde çoktan hana gelmiş, ikinci kattaki torna tezgahının başına geçmiş olurdu. Ama uyku bu, bırakmıyor senelerin tornacısını. Yatakta döner dönmez, sivri kemerli bir revak kubbe ile örtülü ikinci katta buluyor kendini. Kazanların, güvercinlerin tam ortasında. Eski günlerde olduğu gibi Rum kökenli Niko akşamları ekmek topluyor, sabahları biriktirdiği ekmeklerle güvercinleri besliyor. Kurşunlu Han kazanları, yaycıları, ama en çok da güvercinleri ile anılıyor.

Kurşunlu Han’da bir mucize gerçekleşiyor Eyüp Düztaş’ın rüyasında.  İstanbul mucizesi denebilir mi buna? Farklı bir şey tecrübe ediyor Eyüp Bey, nasıl oluyorsa oluyor, birden zamanda kırk yıl öncesine dönüyor. Gözlerini ovuşturuyor yatağında, inanamıyor çünkü gördüklerine.  Han komşusu zilci Nalbantyan  ölmemiş yaşıyor ve harıl harıl siparişlere yetişmeye çalışıyor. Sonra birden şimdiki zaman oluyor rüyada. Eyüp Düztaş, oğluna şunu söylerken buluyor kendini: “Bak bu duvarlardaki demirler Niko’nun güvercinleri, bidonlar gitti ama demirler kaldı geriye. Kimse bilmez, gelir görürler ama anlamazlar nedendir. Sen unutma bari.”
Güvercinler haberi çabuk alıyor, kanat sesleri birken iki ikiyken beşe, beşken ona katlanıyor. Of offf… Hiç uyanası gelmiyor insanın, diye iç geçiriyor Karaköy’ün eskilerinden Eyüp Düztaş. Derinleştikçe derinleşiyor uykusu. Lodos esiyor o gün İstanbul’da, lodosta tüm Karaköy balık kokuyor. Hanın horasan işi duvarlarına yaslanıp bu kokuyu içine çekiyor Niko, “Hadi bugün gene bendensiniz” diyor sonra da. Hanın elli kişilik esnaf nüfusu bunun ne anlama geldiğini biliyor. Öğlen vakti balıkçıdan lüferi kapıp gelecek Niko, kömürü mangala atıp hamarat elleriyle tutuşturuacak, ardından acıkan ekmeğini alıp onun önünde kuyruğa girecek. “Köftehorlar, beleşe bayılıyorsunuz di mi” deyip kahkahayı basacak Niko. Şen günler o günler.

Dan dan dan!
Gürültülü mü gürültülü bir rüya Düztaş’ı yatağından çıkartmayan. Kazancılar Kurşunlu Han’ın alt katında buhar kazanları yapıyor.  Hanın dört yüz elli yıllık tarihini düşündüğümüzde, çok değil aslında, topu topu otuz kırk yıl öncesinden söz ediyoruz. Ama bugün eser yok onlardan.  Büyük kazanlar bunlar. İki metre çapında, üç metre çapında. Öyle ki geçecek yer kalmamış avluda. Kazancı Dimitro balyozu almış eline, indiriyor da indiriyor. Yanında başka bir kazancı, onun yanında bir tane daha. Üst katta ayrı bir yaşam telaşı, alt katta ayrı. Zaten Kurşunlu Han Perşembe Pazarı’nın kendi gibi çok hareketli o günlerde. Bütün Türkiye buraya akıyor. Müşteri yay almak için, zil almak için kapıda kuyrukta. Türkiye’nin en büyük yaycısı Peppo, ta Yüksek Kaldırım’dan yanına yay almaya gönderilen Varujan Savuk’un cebine harçlığını koyup da öyle yolluyor. 
Yıllar geçmiş, Varujan Savuk şimdi Kurşunlu Han’ın yeni esnafından. Can diyorlar ona. O da var Eyüp Düztaş’ın rüyasında. Bir an Niko’nun balık pişirdiği mangalın başında Can bitiyor.  Niko bırakmış kartonu, Varujan sallıyor onun yerine. Hanın koridorları silme duman, göz gözü görmüyor. “Niko nereye gitti?” diye soruyor gerilerden birisi. Göbekli, yüzü belli belirsiz bir adam bu, Eyüp Bey çıkaramıyor kim olduğunu. “Yunanistan’a gitti Niko çoktan, çocukları oradaydı işte” diyor arkadan bir ses.

Sesi duyunca anlıyor Eyüp Bey, bir rüyadır her şey. Tıpkı hayat gibi bir kandırmaca.
Yine de bu kandırmaca devam etsin istiyor, uyanmasın. Bir günlüğüne bir saatliğine de olsa geçmiş tekrar etsin kendini, handaki komşusu Nalbantyan olsun yine, merhaba desin ona, gülümsesin,  o eski neşe geri gelsin.

Dimitro da çekmiş gitmiş suyun öteki yanına günün birinde. Gitmiş ama “Beni vatanıma gömün öldüğümde” demeyi de ihmal etmemiş. Ölüsünü Türkiye’ye getirip gömdüklerini gazetede okumuş Eyüp Düztaş. Günlük bir gazetede çıkan haberi okurken çekilen vatan hasredi, geçmişe, köklere bu bağlılık dokunmuş ona; hüzünlenmiş, koyvermiş gözyaşlarını. Rüyasına da girmiş aynı gazete, zamanlar karışmış birbirine ve hanın orta yerinde gazetenin sayfalarını koskocaman açmış, kendi ölümünü okur olmuş Dimitro. Ve hâlâ yataktayken, bir aralık eşinin demlediği çayın kokusunu alıp uyandığında göz pınarları ıslakmış  bu rüyayı gören tornacı ustasının. Parmak uçlarıyla dokunmuş onlara ve uyumuş gerisin geriye.
Handakiler telaşlansa da onun hiç uyanası yok rüyadan. Uyandı mı gerçek hayatın kendisi başlayacak çünkü. Ailesiyle Beylerbeyi’nde yaşayan Eyüp Bey her sabah olduğu üzere, Beylerbeyi’nden Üsküdar’a, oradan motorla Karaköy’e geçecek. Sonra Kurşunlu Han’ın loş avlusunda bulacak kendini. 
Loş ve gölgeli. İstanbul’un gölgeleri bunlar. Asma yapraklarından, çınar ağaçlarından, tarihi bir duvarın taşlarından düşen o gölgeler saklıyor şehrin sırrını. İstanbul’un sırrı Anadolu’nun, dünyanın dört bir yanından göç edip şehre gelen insanlarında gizli. 
Kuşaktan kuşağa aktarılan birikim, deneyim; basit gibi görünen bir yayın sarmallarından bize gülümseyen eski ustalar, döküm ustaları, yüz yıllık İngiliz makinalarında kumaş dokuyan dokumacılar, yay ustaları, Van’dan gelen Mahmutpaşa’daki hanlara yerleşen gümüş ustaları, onların çırakları, açılan kapanan han kapıları. Son ustalar, son çıraklar, emekliye ayrılmış odabaşları. 
Eyüp Bey yanında oğlu ve yeğeni dahil altı kişi çalıştırıyor. “Her bir kişi beş kişiye baksa otuz kişi eder. Bir de mal aldığımız insanlar var. Nereden baksan yüz kişinin karnını doyuruyor bu küçük atölye,” diyor.

Rüya bizim için devam ediyor bu defa. Aynen eski günlerde olduğu gibi mangal dumanı yükseliyor hanın siyahileşmiş kemerlerine doğru. Ağzının tadını biliyor handakiler. İki uçta da mangallara kömür atılıyor, ateş kıvamına gelince hamsiler mangalda cızırdamaya başlıyor. “Karaköy bizim ilk göz ağrımız.“ Varujan Savuk hamsiyi kılçığından sıyırıp yerken böyle diyor. Roka, taze francala, üstüne helva…. Eyüp Bey ve  otuz bir yaşındaki oğlu Adil de davetli bu sofraya. Aynı atölyede çalışan Eyüp Bey’in yeğeni Adil de. Hatta Niko, Aram, İshak da. İki üç kuşak aynı sofrada buluşuyor.

Tarihi bir hanın kalın duvarları tarafından kuşatılmışken zaman algısı değişiyor insanın. Farklı bir çağa tanıklık etmiş bu hanın avlusunda, sir zaman tüneline girmiş gibi hissediyor kendini. Eyüp Düztaş o tünelde durmuş geçmiş zamanı ve o zamanın ustalarını anlatıyor.

“Vahram Bey İstanbul beyefendisiydi, adam gibi adamdı. Bize sigorta yaptı, işinin her türlü inceliğini öğretti açık kalplilikle.  Çok dürüst bir adamdı, çek yoktu senet yoktu o zamanlar, söz senetti. İşi kaliteli yapmamızı, düzgün yapmamızı öğütlerdi. Havagazı malzemeleri yapardık. Onlar üzerinde titizlikle dururdu. Belirli bir süre sonra dükkânı bana devretti, işin mesuliyetini verdi. Sonra da patron ben oldum.”

Yıllar içinde neler gelmiş başına neler. Kurşunlu Han bu, gireni çıkanı bol. Altın aramak için alet yapmasını isteyenlerden, silahının namlusuna parça isteyenlere, kimler açmamış ki hanın ikinci katındaki dükkânın kapısını. Hele bir anısı var Eyüp Bey’in, dinlemesi ayrı zevkli. Günlerden bir gün, Sütlüce’den kaçan bir boğa soluğu Kurşunlu Han’da almış. “Bundan on beş belki, yirmi yıl önce,” diyor. Mezbaha görevlileri de boğanın arkasından koşturuyorlarmış. Alt kat arenaya dönmüş o gün. Ustalar ayrı yere kaçıyormuş, çıraklar ayrı yere. “Saatlerce güreşildikten sonra boğa, mezhabahaan gelenler tarafından bir köşeye sıkıştırıldı ve oracıkta kesiliverdi.”
Kurşunlu Han’a girenleri büyüleyen asırlık asmanın huzur dolu gölgesinde oturmuş geçmişi anlatan Eyüp Düztaş’ı dinliyorum.  Bunu itiraf etmek hüzün verici olsa da, artık bir dönemin sonuna gelinmiş olunabilir mi? Haliç civarındaki eski hanlarda turlarken birden kafamda beliren soruyla kalıveriyorum. Yıllardır Anadolulunun ekmek teknesi olmuş hanlar, eskiyen, yer yer akan akan, hatta çöken kurşunsuz çatıları, isli duvarları ile kaç yıl daha devam edebilecekler? Buralar onarım gördügünde hanlardaki küçük esnaf nereye yerleştirilecek? Zaten pek çok zanaat dalının ölmekte olduğunu, döküm, dokuma, yay, gümüş işini öğrenecem çırakların azaldığını göz önüne alırsak hanların kapısı İstanbullu küçük esnafa, tornacı Eyüp’e ve geçmişten kalan anılara bir gün tamamen kapanacak mı? 

www.gonulkivilcim.com