21 Aralık 2013 Cumartesi

Divanımdaki Erkekler*


                  

Önce küçük bir tespit.  Bizden önceki kuşağın kadınlarından "divanlarına oturan erkekleri" saymalarını istesek epey alçakgönüllü sayılar çıkar karşımıza. Annnelerimiz için divan kutsaldır, bir erkek oturur oraya. Eğer ölürse belki bir tane daha. Ama o kadar.
Divanlarımıza oturan, yani kibarca söylersek, salonlarımızdan geçen erkeklerin sayısı çoğalıyor ama onların gerçekten ne istediğini biliyor muyuz? 
Bir insan ne ister, ne talep eder hayattan? 
Bir erkeği ya da kadını tanımanın bedeli nelerdir? 
Klinik psikolog Dr Brandy'nin erkek hastalarının hikâyelerine odaklanarak yazdığı "Divanımdaki Erkekler" (Ayrıntı Yayınları, 2013) çoğumuzun er ya da geç gelip tosladığı bir duvara dair hafıza tazelememize yardımcı oluyor. Erkekler  ve kadınlar arasındaki duvarlar bunlar.
Hafıza tazelerken işin bir bayağı, bir edebi yanı var elbette. Brandy'nin kız arkadaşını otomatiğe bağlanmış bir modda aldatan hastası için sarf ettiği "elinden gelse barlardan eve getirdiği kadınların içini doldurup duvara asabilirdi" türünden acımasız tespitlerinin yanına, modern ilişkiler buhranını yaşayan herkes bir benzerini istifleyebilir.
Anlamıyorum nedir bu skor derdi, adam neredeyse ölümünden sonra da kadınları avlamaya devam edecek, gibi.
Erkekler öyle keskin itiraflarla öyle çırılçıplak kalıyor ki kitabın sayfaları boyunca, bunların yanına okur da çağrışımlar zinciriyle hayatından bir şeyler katacaktır muhakkak. 
Kitabın bir de dürüst tarafı var: anlatıcının, erkeklerin hikâyelerine paralel olarak kendi hikâyesini de sofraya koyması, yani bizle paylaşması. Dr Brandy'nin en az hastalarınınki kadar karmaşık özel hayatı, kitaba romanımsı bir kurgu veriyor.
Seyrettiğim başarılı bir diziyi hatırlattı kitap bu yanıyla. "In Treatment". Gabriel Byrne'ün mükemmel oyunculuğuyla buluşan zeki senaryonun çatısı yaklaşık olarak şöyleydi: ellilerindeki yakışıklı terapistin çıkmaz sokağa girdiklerini düşündükleri için kapısını aşındıran hastaları, terapist Paul Weston'un kendi sorunları ve bütün seansların sonunda, onun da diğer bir terapiste yaşananlara ve karısıyla çözümsüz sorunlara dair açılımı. 
Hikâye içinde hikâye içinde... Hayatın özeti tam da böyle bir şey değil mi?
Şimdi gelelim kitabın sıraladığı vakaları okumanın hayatımdaki deneylerden de faydalanarak daha önce şekillendirdiğim ve unuttuğum bir düşünceyi geri çağırmasına: Tutkunun gemisiyle denize açılmak isterken hikâyesizleşen erkekler ve kadınlar. Sığ sularda boğuşan, sonunda gemiyi karaya oturtan. Kitapta bunlardan bolca var.
Yazarken çağın ruhuyla ilgilenen biri olarak bu 'hikâyesizleşmek sorunu' beni yakından ilgilendiriyor. Aşk, hikâyesi olduğu için acıtır canımızı. Aşık olamıyorum diyerek terapiste koşan David kitabın en can yakıcı 'hikâyesini' anlatıyor aslında. Yani hikâyesizliği. Çağın sorunudur belki de. Yaşadıklarımızı çabuk tüketmek. Çabuk acıkmak ve tekrar tüketmek. Seansların arasına bir iki hazır yiyecek daha serpiştirmek. Hızın hazzı kamçıladığını sanırken, hazzın içinin boşaldığını fark ederek irkilmek. Kadınlar yerine mastürbasyonu tercih etmek. 
"Şu anda bir kadınla ciddi bir ilişki yaşamak istemiyorum," diyor Michael. Bu cümleyi erkeklerden duymak için terapist olmaya gerek yok malum. Peki insanlar neden paldur küldür hikâyesiz ilişkilerin içine yuvarlanıyor? Ya da egolarımız neden bu kadar yaralı? Bir merdivenden yavaş yavaş inercesine yaklaşıyoruz o kaçınılmaz noktaya.  
İlişkiye giremediklerimiz sadece kadınlar ve erkekler mi acaba? Haftalarca süren yolculuklardan sonra kapımıza gelen ve postayla atılmış mektuplarla girdiğimiz "ilişki" elektronik ortamda okuduğumuz bir mektupla kurduğumuz ilişkiye benzer mi? Seyahatla kurduğumuz ilişki, otobüsle çıkılan yorucu ama hikâyelerle dolu bir yolculuğu uçakla gerçekleştirilen süper hızlı bir yolculukla karşılaştırdığımızda aynı olabilir mi? Tipexle yazı hatalarını düzelttiğimiz günlerde yazmak meşakkatliydi ama yaptıklarımızın bir izi vardı.  Bilgisayar hayatı kolaylaştırırken, İngilizlerin deyişiyle, suyla birlikte bebeği de mi dışarı atıyoruz acaba?
"Lalenin zevkteki yeri kayboldu. O artık hiçbir şeyin sembolü değildir. Ne şair onun renginde sevgilisinin yanağını hatırlıyor, ne nakkaş çiniye, mermere onun birlik işaretini geçirmeye çalışıyor... Lale şimdi zevk dediğimiz terkibin dışında, arkasından tanrısı çekilmiş herhangi bir şekil gibi sadece bir çiçek olarak mevcuttur." diyor üstat. (Tanpınar, Yaşadığım Gibi) 
Seks de arkasından tanrısı yani hikâye çekildiğinde hayatımızda tuttuğu yeri kaybetmeye, özelliğini kaybetmiş bir çiçek gibi boynu bükük dolaşmaya aday galiba. Kimbilir, ilişkiler evrime uğruyordur, bir gün önümüze konan bir makineye istediğimiz insanın özelliklerini girdiğimizde kendine güvenen, her şeyden önce kendini aldatmayan, sonra da sevgilisini aldatmayacak ideal partner oradan önümüze fırlayacaktır. Ve bizler hayatımızı kolaylaştıran teknik gelişmelerin hikâyeyi kapı dışarı etmesine bir gün aldırmıyor hale geleceğizdir
Ya da korkuya teslim olmayacak, risk alacak ve kırmızı başlıklı kızları yiyen kurtların, çocukların başlarını fırına sokan cadıların hikâyesini okumaya devam edeceğiz. Çünkü bütün hikâyeler, Brandy'nin hastalarının da ölesiye korktuğu o hiçlikten daha iyidir. 

*Edebiyat Haber sitesinde yayımlanmıştır.

4 Mart 2013 Pazartesi

Barış Röportajları


                             




                                                  
                                               Barış bu kadar kolay olabilir işte!

Batmanlı Barış Eviz tarih öğretmeni ve Batman Kültür Sanat Derneği'nde aktif. 1976 doğumlu Eviz'in fotoğraf ve video-art çalışmaları var. Kendisiyle ona adını veren, yani bir anlamda hayatının hikâyesini veren "barış" kelimesi ve süreci üzerine konuştuk.

-Sevgili Barış Eviz seni adından dolayı seçmedim ama yine de sormak istiyorum, ailen niçin bu adı vermiş sana?
Benim doğduğum yıllarda Kürt hareketi içinde bir takım fraksiyonlar vardı. Barışçılar, Yekbuncular, Kawacılar, Apocular falan. 12 Eylül'den sonra malum bir sürü baskı ve tutuklamalar oldu.  Bu yüzden, ben bu adı taşıyış sebebimi biraz geç öğrendim. Benim nenem de bizimle yaşıyordu. Başkası anlatmadan o davrandı ve bir hikâye uydurdu bana: Seni doktora götürdük oğlum, doktor bir ismi var mı diye sorunca biz de kendisine henüz yok dedik. Doktor bunun üzerine düşündü ve "Barış olsun ismi", dedi şeklinde bir şeyler uydurdu. Ama ben üniversitedeyken amcamla karşılaştım ve nereden açıldıysa, konu benim ismime geldi. Babamın o dönem Barışçılar diye bir grubun sempatizanı olduğunu ve bu yüzden bana bu ismi verdiğini söyledi. Ben o zaman anladım ki,  babaannem böyle bir gruba dahil olan babamı deşifre etmemek için uydurmuş geçmişte anlattığı o hikâyeyi. Babaannem, bizimkiler daha çok şeyi gömmüş. Köydeki evimizi satmıştık mesela. Yeni gelenler ahırı kazınca bir sürü kaset, kitap, fotoğraf  çıkmış ortaya.
-Son otuz yıldaki çatışma sürecinden sen nasıl etkilendin? 
Bana doğrudan yansıyan bir şey olmadı, bizim köy boşaltılmadı, babam tutuklanmadı ama biz de çatışma ortamında büyüdük. Asker veya gerilla fark etmez, her ölüm haberi geldiğinde etkileniyorduk. Ayrıca doksanlı yıllarda ben lisedeyken karşıt grupların çatışmaları dışında, bu çatışmalar sıradandı artık, birçok cinayete de tanık oldum. Lise yaşındaki birinin sokak ortasında bir cinayeti dakika dakika görmesi  nasıl bir şeydir bunu anlatmak çok zor. Ama hâlâ o cinayetlere tanık olduğum sokaklardan ürkerek geçiyorum. Mahallede abi dediğimiz insanlardı bunlar. Günbatımından sonra sokaklarda kimse kalmazdı. Biz gençliğin verdiği cesaretle gene de geceyarılarına kadar sokaktaydık.  İşte o saatlerde gerçekleşen olaylara birebir tanık oluyorduk.  Düşünsene, vuran insanların elini kolunu sallayarak, soğukkanlılıkla gittiğini görüyorsun; onların hâlâ aramızda bir yerlerde olduğunu biliyorsun. Birebir tanımasak da buralardalar.
-"Barış" şu anda çok somut olarak ne ifade ediyor senin için?
Tüm insanların düşüncelerini, inançlarını özgürce ifade edebildiği bir ortam. Ben bir tarih öğretmeniyim. Geçen gün başbakan "barış devletler arasında olur," dedi. Bence küçük çocuklar, kardeşler arasındaki kavgalar ve küskünlükler dahil pek çok şey, buna halklar arasındaki kavgalar da dahil, barışla sonuçlanabilir. Biliyorsunuz, tarihte devletler arasındaki çatışmalar, galip gelenin kaybedene bir takım şartları dayatması ile sonuçlanıyor ve buna da barış antlaşması diyoruz. Ama bence barışın olması için bir galibin olması gerekmez. Ben öğretmen olarak iki çocuğun başına gelen şöyle bir olaya tanık oldum: Birbirleriyle kavga etmişler ve olay müdüre yansımıştı. Müdür barışın bakalım dedi, yüzlerini başka tarafa çevirip ne kadar istemeseler de işarat parmaklarını birbirine doladılar. Serçe parmakları takılarak küsülür işaret parmağı ile de barışılır ya... Barış bu kadar kolay olabilir işte.
-İnanıyor musun barışa peki?
Barışa inananıyorum elbette ve barışın birgün mutlaka gerçekleşeceğine de inanıyorum. Ancak artık herkesin barışın dilini kullanarak hareket etmesi, projeler üretmesi gerekiyor. Şu otuz yıldır duyduğum "Terörle mücadelemiz kararlılıkla devam edecektir" cümlesini yetkililerden duymak istemiyorum artık.
Ben de teröre ve şiddete karşıyım. Ama Türkiye'de yaşanan her olaya terör algısıyla bakmamak lazım.
-Sence batıda yaşayanlar ve doğuda yaşayanlar için barış aynı aciliyette mi?
Eğer birlikte yaşayacaksak aynı aciliyette olmalı. Birbirimizin acılarını hissetmemiz gerekiyor. Benim merkezimde insan vardır ve insan hayatı sınırlardan önemlidir. Buradaki hiç kimsenin Türk halkına karşı bir öfkesi yok, devlete karşı öfkesi var. Her iki tarafın da acıları oldu, o yüzden de Türkiye'de yaşayan bütün halkların acilen barışa ihtiyacı var.

29 Ocak 2013 Salı

JİLET SİNAN'IN ARAPÇA ÇEVİRİSİNE ÖNSÖZ


Düzenin ötekileridir onlar. Varolan ikiyüzlü ahlak sisteminin silkeleyip attıkları. Ama edebiyat tutar ellerinden. Edebiyatın asli görevidir bu, unutulanların, tutunamayanların, çingenelerin, yezidilerin, kara saçları ve kara hikâyeleri toprağın altına gömülen kadınların, tüm ötekilerin barınacağı, rengarenk muhteşem bir konak inşa etmek kelimelerden. 
Bir hakikat arayışı ve görünmeyeni görünür kılma arzusu bugüne kadar yazdığım tüm kitapların belkemiğini oluşturur diyebilirim. Kadınlar, kasabadaki yalanlar, bozkırdaki suçlular... Bundan yaklaşık on beş yıl önce Jilet Sinan'ı yazmaya başladığımda onlar tinerden bir bulutun içinde yaşıyorlardı. Görünmezlerdi. Şehrin karanlık yüzüydü sokakta yaşayanlar ve kimse göçün, sosyal sistemdeki zaafların yol açtığı o sevimsiz gerçeği görmek istemiyordu. Gece sığındıkları bankamatik kulübelerinde, aç gözlerle bir döner büfesinin önünde, arabalarla her gün geçtiğimiz kavşaklarda, otobüs yakalamak için koşturduğumuz bir merdivenin az ötesinde, ıslak döşeklerin üzerinde her yerdeydi onlar. Ama yoktular.
Edebiyat var eder. Evet, edebiyat görünmeyeni kelimelerle görünür kılmaktır. Çünkü bir kez anlatıldı mı, elimizi değdirdiğimiz konu geçmişin çöplüğünde unutulmaktan kurtulur. Ben elimi, o zamanlar gazeteci olarak yakıcı bir gerçekliğe değdirmiştim. Toplumun ikiyüzlülüğünün kıyıda bıraktığı, konuşmadığı, konuşmak istemediği bir gerçeğe. 
Karanlık geceler anlatır Jilet Sinan'ı ve arkadaşlarını. Gecenin herkes uyurken açılan gözleri vardır. Aynı zamanda bu ilk romanımın kahramanları da dilleri döndüğünce geceyi anlatırlar.  Sokağın diliyle tarif ederler yaşadıkları yırtıcı geceleri. Sokağın argosuyla. Bu argoya hakim olmak, onun içinden konuşmak romanı yazarken beni en çok zorlayan konulardan biriydi. Cav yapmak, sinyallik ceket,  paparon... Kalemimi dil düzeyinde de başka bir hakikatin mürekkebine batırarak yazdım aylarca. Henüz bir anne değildim, akşamları deri ceketimle viyadüklere tırmanabiliyor, orada otoyolun altında yatan gençleri ziyaret ediyor ve üstteki hayatla alttaki hayat arasındaki uçurumu birisinin yazması gerektiğine her geçen gün daha çok inanıyordum. İşte edebiyat bu derin uçurumlar arasında kelimelerle bir köprü örebildiği için kıymetlidir. 
Kurgu her roman, her hikâye belli imgeler, fotoğraflar etrafında oluşturur anlatısını. Bozkırlı bir kadının ailesinin hikâyesini arayışını anlattığım son kitabımda, örneğin, bozkırdan pek çok manzara vardır. Bozkırın ortasında sıkıcı bir kasabada doğmuş olmanın getirdiği zenginlik bir yazar olarak hayli besledi beni bu kulağa çelişkili gelse de.  Anadolu'yu, Anadolu insanını, yoksullluğu İstanbul'a göç etmeden tanımıştım. Her ne kadar adımlarını sevimsiz bir muhafazarlıkla atsalar da, Anadolu insanı arasında yoksulluğun getirdiği bir dayanışma, paylaşma, son lokmayı bölüşme, omuz omuza verme hali hakimdir.  Jilet Sinan öte yandan bir şehir hikâyesidir. İstanbul'un hikâyesi. Ama romanda anlatılan marjinal dünyanın anti-kahramanları küçük bir piknik tüpünün etrafında kendi küçük Anadolularını yaratmışlardır. Aynı tencereye, o tencerenin içindeki aynı yoksul Anadolu çorbasına kaşık sallarlar. Soğuk bir betona yaydıkları kartonları, bir refleks gibi içten gelerek öyle vicdan, sorumluluk adına değil, başka türlüsü mümkün olmadığı için, hayat onlara bunu öğrettiği için paylaşırlar. Şehrin acımasızlığı da paylaşılmalıdır elbette, herkese küçük bir lokma düşer ondan.
Şimdi bu karanlık ve iç üşüten, Jilet'in Gül'e duyduğu aşkla bir nebze olsun ısınan geceler Arap okurlara da ulaşacak. Arapça, Farsça bizim önceki hayatımız gibidir. Bir zamanlar yaşayıp unuttuğumuz, dilde kalmış bazı kelimelerle, bazı köklerle dönüp kendini hatırlatan. Romanımın bu eski, bu kadim dilde yayımlanacak olması bir gurur ve hatırlama vesilesidir. Elbette önceki hayatımıza dair de yazılacak, görünür kılınması gereken çok şey vardır.



21 Şubat 2012 Salı

Gerisini Yağmur Söyledi...

Yıllar önce, bir Eylül ayında Berlin'deydim. İstanbul'a yerleşeli çok oluyordu ama hala Berlin'i özlüyor, arada bir ziyarete gidiyordum. Geniş caddelerini özlüyordum onun. Kanal boyunca ıhlamur ağaçlarını. Cep sinemalarını. O sinemalarda seyrettiğim aşk kokan, yalnızlık kokan filmleri ve filmlerden çıkıp içtiğim bol zencefilli Uzak Doğu çorbalarını.
Bu defa gittiğimde, bir de ele avuca sığmayan bir Kürtle tanışmıştım. Arabasını Türk mahallesi Kreuzberg'in orta yerinde park edip paket paket ay çekirdeği çitleyen, arabayı sürdüğünde arkasında ay çekirdeği kabuğundan özel bir iz bırakan, belli ki çok görmüş, çok yaşamış biriydi. 
Çok da bunalmıştı. Rahatlamak için bildiği en iyi yöntem kallavi cigaralar sarmaktı. Epey ustaydı onları sarmakta, sonra da yanındakilerle paylaşmakta. Zaten onu anlat deseler, paylaşma ustası derdim. Rakısını, çekirdeğini, zuladaki cigarasını tanıdığı, tanımadığı herkese dağıtıyordu. Başkalarından beklediği de buydu sanırım, fazla uzatmadan ortak olmak. Hayatına, özlemlerine, haytalığına… Sohbeti de öyleydi. Daldan dala atlıyordu. Memleketi merak ediyor, hep soruyor, hep dertleniyordu.
Derken, tam İstanbul'a döneceğim vakit, arkadaşlarla ve onunla bir araya gelip paket paket çekirdeği iyi ettiğimiz günün akşamı, aniden yağmur bastırdı. Öyle böyle değil, deli gibi yağıyordu. Bardaktan boşanırcasına. Islanmadan eve varabilmem için, yolu uzatacak, külüstür arabasıyla o bırakacaktı beni eve. Eski duvara yakın, uzun, upuzun bir caddenin sonundaydı kaldığım yer.  
Silecekler harıl harıl çalışıyordu. Ertesi gün İstanbul yolcusuydum. Caddeye yaklaşırken, "Tam nerede bu ev?" dedi. "Daha var git" dedim. Bir daha sorduğunda, tek söyleyebildiğim şey buydu. "Git git git, daha var, yolun tam sonunda."
"Kürdistan gibi desene" dedi.  Saniyeler geçiyordu. Bir saniye, iki saniye... Yağmurdan dışarısı görünmüyordu. Bir kitap verecekti bana. Yanında getirmişti. Almanya'nın ortasında bir hayaldim ben ve onun da hayalleri vardı. Kendi diline, kendi kimliğine, kendi ruhuna dair hayaller. Ne diyeceğimi bilemeden sustum. O yasak kelime dolaşıyordu aramızda. Kim bilir kaç defa el değiştirmiş arabanın camları buğulanmıştı. İndim.
Gerisini yağmur söyledi.




4 Kasım 2011 Cuma

Hayal ve Hakikat


Acaba kadın hayal erkek ise hakikat midir? 
Evren yaratılırken ikiye bölünmüş ve yarısı hayal yarısı hakikat olarak mı düşlenmiştir? Eğer öyleyse kadının gerçek olabilmesi için erkeğe, erkeğin de hayal kurabilmesi için kadına mı ihtiyacı vardır?
İyi de, kadının her gün bir hayal olarak yatağa girip sabahları gözünü açtığında katıldığı dünya zaten erkekler tarafından yaratılmış bir gerçeklik değil midir? Kadın dünyası, erkek dünyası; hayal ve gerçek bir ömür boyunca birbirini arayan. Gece ve gündüz gibi.
Tersini de savlamak mümkün. Kadın hakikattir ve erkek hayaldir. Kadın toprak gibidir çünkü, doğurgandır, can verendir; erkek ise av hayalleri peşinde koşan, kadın mevcut olmadığı sürece bir potansiyel olarak kalmaya, hayal olmaya mahkum olandır.
İstanbul Modern'deki Hayal ve Hakikat sergisinde, beni en derinden etkileyen ayrıntı sergiye adını veren romanın hikayesi oldu: 1891 yılında Türkiye'nin ilk kadın romancısı Fatma Aliye ile Ahmet Mithat birlikte bir roman yazarlar. Romanın, Hayal adlı bölümünü Fatma Aliye kaleme alır, hakikate gönderme yapan diğer bölümü ise Ahmet Mithat yazar.  Romanın kapağında Fatma Aliye'hih adı sadece "Bir Kadın" mahlasıyla yer alır. 
Fatma Aliye bir gölgedir; uydurma bir mahlasın arkasına saklanır. Hayaldir yani. Ta ki 1892 yılında yazdığı Muhadarat adılı romanını kendi adıyla yayımlayana kadar. Peki diğer kadınlar, erkeklerin arkasında kaybolan onların eli ayağı kulağı daktilosu sekreteri sevgilisi olan. Ya bizler? Gerçekten hayal ettiğimiz hayatlara sahip miyiz? Yoksa erkeklerin döktüğü kalıpların, onların sunduğu gerçekliğin içine mi sığdırıyoruz kendimizi?
Bir kere daha soralım o zaman? Hayal ve hakikat, hangisi erkek hangisi dişi?

22 Ekim 2011 Cumartesi

ÖLÜME İNAT II: MASAMDAKİ KURTLAR


Kurtların delik deşik ettiği eski bir masaya benziyor memleket şu günlerde. Yuvalanmışlar masanın kenarlarına, köşelerine ondan yaşıyorlar. Üstüne dirseklerimizi dayayıp sohbet edeceğimiz, evdeki nimetleri koyup karnımızı doyuracağımız evin demirbaşının kemire kemire bitmeyen ağacından. Bir gün sonu gelir elbette, ama bu ülke de kemirile kemirile bir gün tükenir mi? 
Ya kurtların harap ettiği öteki şeyler? Sinirlerimiz, kapanmayan bütçeler, kan; hiç durmadan akan kan. Zor günler, duruşumuzun, ilkelerimizin, değerlerimizin, inançlarımızın sınandığı günler. Kim neye ne kadar inanıyor, kim gelecekten yana, kim ölümden, kim hesaplarını neye göre yapıyor.
Aşiti, barış demekmiş Kürtçe. Hafızamı zorluyorum. Barışın koşulları ne zaman uzaklaşmaya başladı yaşadığım ülkeden? Birada yaşamayı mümkün kılacak uzlaşmanın önüne engelleri kim koydu? Uzlaşma hiç mevcut oldu mu? Yeni bir toplumsal sözleşme için kime ne kadar sorumluluk düşüyor? Masamdaki kurtlar hazır mı yeni yasalara, yeni paragraflara? 
Kitaplar yayılmış masanın orasına burasına. Türkiye'nin Kürt Sorunu, Dağdakiler, Kürt Öykü Antolojisi, Dar Geçitteki Aydın, İnsan ve Sembolleri. Dar geçitten çıkıp ne zaman "büylük insanlık"la birlikte düşünmeye başlayacağız? 
Eski sorunlar, ihmal edilmiş meseleler çürütüyor masayı 
Her ölümle biraz daha yalnızız, biraz daha eli kolu bağlı. Bir çıkış bulmalı. Ama çıkış nerede? 
Tek başıma değil, sokaklarla, meydanlarla kulelerle, camilerle baş başa verip düşünebilmek için dışarı atıyorum kendimi. Malum, sokakların da hafızası varmış, bir ipucu verirler belki.

21 Ekim 2011 Cuma

ÖLÜME İNAT


Son günlerde etrafımda kol gezen ölüme inat yaşam kırıntıları bulmak için sokaklardayım. Birinci durak, Cihangir Roma Parkı. Parkta küçük insan grupları. Henüz yürüyemeyen oğlunu pusetiyle güneşe çıkarmış bir baba, sıcak öğle güneşinde aşklarını dinlendiren gençten çiftler ve çocukları okuldan dönmeden birer bardak koyu çayla muhabbete iyice sardırmış iki anne. Çorapları fora etmiş onlardan bir tanesi, ayak parmakları bordo ojeli, dikkatlice bakınca bana benziyor galiba. Ve kadınların karşılarında manzara. Kurşun kalemlere benzeyen sipsivri minareleriyle İstanbul. 


-Olan bitenler çok hüzünlü. Barışı değil ölümü konuşmak zor olmalı öyle değil mi, diyor kadınlardan üst üste sigara yakıp, çayını sigarayla şenlendireni.
-Ölüm her an bize de denk gelebliir. Korkudan bugün gittim, çocuğu okuldan aldım,  Taksim'e yürüyerek gelmesini istemiyorum, ne olur ne olmaz. Yani ben de korkuyorum, ama buna rağmen ölümü kutsallaştıramayız, buna hakkımız yok, diyor öteki.


Kadınların yüzleri İstanbul'a dönük. İstanbul'un yüzü endişeye, paniğe, mateme.
Yaşamı düşünmek, yaşamı istemek, balkonlarımızda açan çiçeklere sevinmek çok mu görülecek artık bize?  
Ülkemi anlatmaktan, onu anlatacak kapıyı açmaktan korkuyorum. Kötü kokan şeyler, onları yazmak kolay değildir. Yine de... Bu korkuyu yenebilmeli, bir yerlerden başlayabilmeliyim.